Soğumuştu hava.
Rüzgar, kırılgan yürekleri düşünmeden, arttırıyordu şiddetini. Yağmur ise acımadan başlamıştı ıslatmaya, garipleri.
Şimşek, yüzlerine vuruyordu insanların yetimliğini.
Oysa böyle havalarda çocuklar, annelerine sarılmalıydı, değil mi?
Hayat o kadar da merhametli değildi.
Bu arada, bir fincan çayıyla, pencere kenarındaydı, kimileri. Onlara göre bu manzarayı izlemek, pek bir keyifliydi.
İşte, dünya dediğimiz yer, tam olarak da böyleydi. Adalet mi? Onu kim kaybetmişti?
Çay demişken, kimileri demli severdi kendilerini, kimileri de dertli.
Kimileri şekersiz olsun diye ısrar ederdi, kimileri de şekerden vazgeçemezdi.
Kim bilir, belki de şu hayatta, ağızlarını tatlandıran tek şey, çaydaki şekerdi.
Sahi ya, çay sevilmez miydi?
“Biz suyu bile çiğ sevmeyiz, pişirir içeriz” derdi, tekke ehli. Peki ya insanın çiğine ne denmeliydi?
İnsan dediğin, önce halden anlamalı idi, değil mi?
İnsan dediğin, acıyı olgunlukla yudumlayabilmeliydi. İnsan dediğin, ne olursa olsun, gülümseyebilmeliydi.
İnsan dediğin bir kere haddini bilmeliydi. Çünkü o misafirdi. Ev sahibi hatırına sabretmeliydi.
İnsan, bir düşmanı çok, bin dostu ise az görebilmeliydi. İnsan, yeri geldiğinde affetmesini bilmeliydi.
Merhamet mi? İşte o insana en çok yakışan şeydi. Peki ya nezaket? Ona sahip olmayana “insan” denilebilir miydi?
Çok değil, bir parça da naiflik olsa sanki, tadından yenmezdi.
Sahi ya, bu insanlar nerelerdeydi? Şairin dediği gibi, insanlar, insanlar arasında insana hasret yaşamakta idi.
Oysa ihtiyacımız olan tek şey sevgiydi. Bütün problemlerin sebebi, sevgi eksikliği idi.
İnsanlar birbirlerini yeterince sevebilseydi, kırılgan yürekler ürperir miydi?
İnsanlar birbirlerine gerçekten değer verseydi, yağmur, garipleri ıslatabilir miydi?
İnsanlar birbirlerine yürekten sahip çıksa idi, şimşek, yetimlikleri yüze vurabilir miydi?
Halbuki insanlar, bir fincan çay ile pencereden dışarıyı izlemeyi tercih etmişlerdi.
Oysa böyle havalarda çocuklar, annelerine sarılmalıydı, değil mi?